Kadın bedeni, ataerkil tarih boyunca yalnızca biyolojik bir varlık değil; aynı zamanda kültürel, siyasal ve ekonomik bir alan olarak da şekillendirildi. Dünyanın farklı coğrafyalarında kadınlar hâlâ kamusal görünürlüğe dair eşitlik mücadelesi veriyor. Eğitimden sağlığa, siyasetten sanata kadar birçok alanda sistematik olarak görünmez kılınan, sesleri bastırılan kadınlar, yalnızca bireysel değil; toplumsal hafızada da silikleştirilen bir öznellik için direniyor. Kapitalist modernite, kadını tüketici olarak yüceltiyor gibi görünse de, onu belli kalıplara sokarak denetim altında tutmaya çalışıyor. Kadının ‘özgürleşmesi’ adına pazarlanan birçok söylem, onu yeniden üretim aracı, vitrin figürü ya da ‘marka’ temsilcisi olarak kurgulayan yeni tahakküm biçimlerini içeriyor.
Antik Yunan dahil tarihin bütün aşamalarında kadın, sistematik olarak kamusal alandan dışlanmış ve yalnızca özel alana hapsedilmiştir. Bu durum sadece ideolojik değil; aynı zamanda sosyolojik bir hakikattir. İ.Ö. 5. yüzyılda Atina’da kurulan site devletinde yönetim biçimi olarak benimsenen demokrasi yalnızca belirli bir kesimi kapsamaktaydı. “Demos” yani halk, kendi yöneticisini seçen ve kendi kendini yöneten ‘’özgür yurttaş’’lardan oluşuyordu. Ancak bu “özgür yurttaş” tanımı, çalışmak zorunda olmayan, iyi bir eğitim alabilen, düşünceye zaman ayırabilen erkekleri ve tanrıları kapsıyordu. Kadınlar ve köleler çalışmak zorunda oldukları için bu tanımın dışında bırakılıyor; dolayısıyla politik haklardan ve yurttaş statüsünden de dışlanıyorlardı. Bu durum, kamusal alanın dışına itilen kadının, tarih boyunca düşünsel üretimden, karar alma süreçlerinden ve politika yapma hakkından mahrum bırakıldığını ortaya koymaktadır. Yurttaşlık; aile, kan bağı ya da aşiret üzerinden değil, bireysel kimlik ve eğitim üzerinden tanımlanırken; kadınlar bu kriterleri taşıyamadıkları gerekçesiyle sistematik biçimde dışlanmışlardır. Bugün patriyarkanın dışladığı, görmezden geldiği ve her türlü erkek şiddetinin uygulama alanına dönüştürdüğü kadın, kurucu ve politik bir özne olmanın mücadelesini vermeye başlamıştır. Ve bu mücadeleyi doğuran temel dinamik, tarihte erkeğin kadın ve doğa üzerinde kurduğu iktidarın başlangıcıdır. Bu iktidar, günümüzde farklı biçim ve formlarla hâlâ sürmektedir.
Bu bağlamda geçmişe, özellikle Antik Yunan’a dönüp bakmak tarihsel süreklilikleri görmek açısından öğreticidir. Antik Yunan’da kadınlar kamusal alandan neredeyse tamamen dışlanması; düşünsel ve siyasal üretim alanlarının dışında bırakılması yine erk zihniyetinden kaynaklı olmuştur. Aristoteles ve Çiçero, bu dışlamayı yalnızca kabul etmemiş, aynı zamanda felsefi olarak meşrulaştırmıştır. Platonun Timaious diyaloglarında tanrıların kadın ve erkeği yaratırken erkek cinsinin kadın cinsine göre daha üstün tutulduğu ifade etmesi, Aristoteles’in kadını “eksik erkek” olarak tanımlamış olması, Çiçero’nun kadının özneliğini doğrudan bir tehdit olarak görmesi ve onu yalnızca aile içinde, kocasına itaatiyle anlamlandırması bu anlayışın sadece bireysel bir önyargı değil; bir felsefe sisteminin, toplumsal düzenin ve hukukun kadın hakkında nasıl bir tahayyül inşa ettiğinin göstergesidir.
Bu söylemler, Antik Yunan ve Roma’nın yalnızca kadınlara değil, “öteki” olarak tanımladığı tüm kimliklere karşı dışlayıcı yaklaşımının bir parçasıdır. Dolayısıyla bu fikirler yalnızca entelektüel düzlemde kalmamış; kadınların gündelik yaşamını belirleyen normların, kuralların ve sınırların temelini oluşturmuştur.
Anarşist düşünür John Zerzan bunu açıkça şöyle ifade eder: “Philosophy is a male world.” (Felsefe erkek dünyasıdır). Bu cümle yalnızca tarihsel değil; aynı zamanda epistemolojik bir eleştiridir. Kadınlar, bilgiyi üretme değil, taşıma ya da aktarma konumuna itildikçe, erkek akılcılığı yalnızca kendini çoğaltmış; ötekini ise sessizliğe mahkûm etmiştir.
Antik Yunan’dan Dijital Agoralara: Dışlama Sürekliliği
Günümüz modern toplumunda kadının giyimi, doğurganlığı, sosyal medyadaki görünürlüğü ve yaşam tercihleri; aile, dini otoriteler, hukuk sistemleri ve dijital baskı mekanizmaları aracılığıyla sürekli denetlenmekte, kontrol altına alınmak istenmektedir. Bu denetim, Aristoteles’in ‘kamusal ahlak’ anlayışının güncel bir tezahürü olarak, kadınların kamusal alandaki varlığını yalnızca beden üzerinden tanımlar ve onu ya “görülmesi gereken” ya da “saklanması gereken” bir nesneye indirger. Kadınlar kendi sesleriyle değil, onlar adına konuşan söylemler aracılığıyla temsil edilir; bu söylemler ise, kadınların yaşam pratiklerini dikte eden erk odaklı normlarca biçimlenir.
Bu bağlamda görünürlük, her zaman bir özgürleşme biçimi olmadı. Sosyal medya ve popüler kültür, kadını sıklıkla kendi öznesi olarak değil, sistemin yeniden ürettiği rollerde konumlandırdı. Kadının kamusal alandaki varlığı, kendi iradesiyle şekillenmediği sürece, ne kadar yaygın olursa olsun gerçek anlamda bir özneleşmeden söz edilemez.
Dolayısıyla kadının kamusal alandaki varlığı, sadece görünür olmakla değil, bu görünürlüğü hangi koşullarda ve kimin kontrolünde yaşadığıyla anlam kazanır. Görünürlük, kadın için özneleşmeye giden yolun bir parçası olabilir; ancak bu yol, kadının kendi yaşamı üzerindeki tasarruf hakkını eline almasıyla, yani kendi dilini, bedenini ve eylemini kendisinin tanımlamasıyla mümkün hâle gelir. Aksi takdirde, görünürlük sadece yeni bir gözetim biçiminin maskesi olur.
Kürt Kadınlarının Direnişi: Görünürlükten Öznelliğe
İşte tam da bu noktada Kürt kadınlarının direnişi yeni bir kapı araladı. Onlar yalnızca kamusal alana dahil olmak istemedi; aynı zamanda bu alanın tanımını, sınırlarını ve değer sistemini de yeniden inşa etti. Kendi dillerinde eğitim, kendi kimlikleriyle temsiliyet, kendi değerleriyle toplumsal örgütlenme talepleri, sadece etnik ya da cinsiyet temelli değil; bir yaşam felsefesinin ifadesidir. Kapitalist sistemin tüketilebilir, metalaştırılabilir, görselliğe indirgenmiş kadın figürüne karşı; Kürt kadınları kolektif, üretken, dönüştürücü bir özne olarak kendilerini yeniden tanımladı.
Kürt kadınlarının verdiği mücadele tarihsel bağlam içinde özgün ve çok katmanlı bir yerde duruyor. Yalnızca ataerkil zihniyete karşı değil; aynı zamanda ulusal baskıya, kültürel asimilasyona ve siyasal yok sayılmaya karşı da direniyor. Kadın olmakla Kürt olmak arasında kurulan çifte dışlanma mekaniği, bu mücadelenin derinliğini ve dönüştürücü gücünü artırıyor. Kürt kadını sadece görünürlük talep etmiyor; görünürlüğü belirleyen kodları, mekânları ve epistemolojileri de sorguluyor. Bir tek “Kadınlar da burada!” demiyor; “Kadınlar da karar verecek!!” diyor. Toplumsal alanın tanımı tam olarak bu noktada ortaya çıkıyor.
Rojava Deneyimi: Yeni Bir Toplumsal Alan İnşası
Kuzey ve Doğu Suriye’de, yani Rojava’da inşa edilen kadın meclisleri, bu dönüşümün somut ve ilham verici bir örneğini oluşturuyor. Bu meclisler, kadınların yalnızca temsiliyetini sağlamıyor; onları karar verici, denetleyici ve dönüştürücü aktörler hâline getiriyor. Burada kadınlar yalnızca erkeklerle birlikte yönetme pratiğini değil; erkek egemen yönetim anlayışının kendisini aşmayı hedefleyen bir politika biçimini hayata geçiriyor. Adalet komisyonlarından ekoloji komünlerine, eğitim kooperatiflerinden medya kolektiflerine kadar birçok yapı kadınlar eliyle örgütleniyor.
Bu toplumsal dönüşümün özgün örneklerinden biri de, Rojava’da kadınlar tarafından inşa edilen özgür köy Jinwar’dır. Kuruluş felsefesi ‘Jin, Jîyan, Azadî’ paradigmasına dayanan Jinwar, erkek şiddetinden, savaşın yıkıcılığından ve ataerkil yapılardan zarar gören kadınlar için kurulmuş ve yalnızca bir yaşam alanı değil; aynı zamanda kadınların kendi emekleri, bilgileri ve iradeleriyle şekillendirdiği alternatif bir yaşam modelidir. Tarım, eğitim, sağlık hizmetleri, inşaat ve yönetime kadar tüm süreçler kadınların kolektif örgütlenmesiyle yürütülür. Kerpiçten yapılan evleri, doğayla uyumlu yapısı ve ekofeminist yaklaşımıyla Jinwar, kadınların görünürlük sınırlarını aşarak, kendi yaşamlarını özgürce kurdukları bir öznellik alanına dönüşmüştür. Rojava’da ki bu yapılanmalar, klasik devletçi ve piyasa merkezli aklın dışına çıkan, dayanışma temelli ve özgürleştirici bir toplumsallık tahayyülünün somut olarak mümkün kılındığını göstermektedir.
Eşbaşkanlık Sistemi: Gücün Cinsiyetlendirilmiş Tekelleşmesine Karşı
Eşbaşkanlık, sadece temsiliyet eşitliğini sağlamak değil; aynı zamanda iktidarın cinsiyetlendirilmiş tekelleşmesini kırmayı amaçlayan yapısal bir müdahaledir. Erkek egemen siyasi yapılarda kadınların yalnızca “katılımcı” değil, eşit ve birlikte karar alıcı konumda olması, mevcut siyasi dilin ve karar alma süreçlerinin dönüştürülmesinde kritik bir eşiktir. Bu sistemde her siyasi ve idari yapıda bir kadın ve bir erkeğin birlikte görev alması, toplumsal cinsiyet eşitliğini teoriden pratiğe taşıyan radikal bir örgütlenme biçimidir.
Klasik siyasal temsilin ötesine geçerek gücün yapısını dönüştürmeye yönelir. Kadınların siyasetteki mevcudiyetini niceliksel olarak artırmakla yetinmeyen bu yaklaşım, iktidar ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini, eril hiyerarşilerin yatay kolektif modellerle aşılmasını hedefler. Buradaki temel felsefe, kadınların siyasal karar alma süreçlerinde yalnızca yer almasını değil, bu süreçlerin doğasını değiştirmesini ve dönüştürmesini mümkün kılmaktır. Dolayısıyla bir temsil aracı olmaktan çok, politik bir müdahaledir; kadınsız inşa edilen tüm iktidar yapılarını sorguya açar.
Bu sistemin dönüştürücü gücü, yalnızca kadınların varlığında değil, kadın özgürlükçü düşüncenin kurumsallaşmasında yatar. Eşbaşkanlık, kadınları sembolik bir pozisyondan çıkararak, politika üretiminde özne hâline getirir. Karar alma mekanizmalarına eşit katılım, kadınların kendi gündemlerini şekillendirmelerine, mücadele miraslarını siyasal alana taşıyabilmelerine olanak sağlar. Bu yönüyle yalnızca bir idari yöntem değil; cinsiyetlendirilmiş iktidara karşı kurulan yeni bir politik etik ve toplumsal tahayyüldür.
Pandora’ nın Kutusu Değil, Pandora’ nın Kızları
Bu, yalnızca bir kimlik mücadelesi değil; aynı zamanda bilgi, hakikat ve bağımsızlık mücadelesidir. Kadınlar akademiler kuruyor, kültürel üretim alanlarında kolektif yapılar inşa ediyor, hukuku yeniden tanımlıyor ve yaşamın tüm alanlarında patriyarkal kodlarla mücadele ediyor. Bu, salt bir temsiliyet değil; varlık, anlam ve değer inşasıdır.
Bugün Antik Yunan’ın agorasına benzeyen dijital, fiziksel ya da sembolik birçok alan yeniden tanımlayan Kürt Kadınları, bu tanımların artık erkek egemen epistemolojiler ile değil; çok kimlikli, çok dilli, çok deneyimli olarak yapıyor. Kürt kadınlarıda toplumsal alanı herkes için yaşanabilir bir yere dönüştürüyorlar.
Bu, Pandora’ nın Kutusu’ nun yeniden açılarak; o kutuda unutulan umudu, bilgeliği ve direnişi sahiplenen Pandora’ nın kızlarının hikâyesine dönüşüyor. Çünkü bu hikâyede sadece mücadelelere ve yeniden doğuşlara yer verildi.






