Modern egemenlik biçimlerinin yalnızca yaşamı korumaya değil, aynı zamanda ölümü yönetmeye odaklandığı bir dönemde, ölümün politikleşme biçimlerinin kapsamı genişlemiştir. Mbembe’nin nekropolitika kavramsallaştırması (2003), modern iktidarın yaşam üzerindeki düzenleyici kudretini aşarak, ölümün koşullarını ve biçimlerini belirleme yetkisine odaklanan bir egemenlik biçimini tanımlar. Bu perspektif, özellikle çatışma bölgelerinde, devletin yalnızca öldürme gücüyle değil, ölünün teşhir edilmesi, mezarsız bırakılması, kimliğinden arındırılması ve hafızadan silinmesi gibi pratiklerle işleyen yapısal bir şiddet rejimini ortaya koyar.
Kürtlerin yaşadığı dört parça coğrafyada Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de nekropolitika, yalnızca bireysel veya münferit bir şiddet formu değil süreklilik arz eden bir egemenlik stratejisi olarak işlemektedir, ölüm, hafıza ve mekân arasındaki ilişkiyi açımlamaktadır.
Mbembe’nin (2003) çalışmasında nekropolitika, biyopolitika kavramının ötesine geçerek, egemenliğin yaşamı düzenlemekten çok, kimin öleceğine karar verme gücüne dayanmasını vurgular. Modern devlet, bu bağlamda yalnızca öldürme hakkını değil, ölümün biçimlerini belirleme, bazı ölümleri meşru gösterme ve bazılarını görünmezleştirme kudretini de elinde tutar. Bu kavram, özellikle kolonyal ve postkolonyal bağlamlarda, bedenin politik bir nesneye dönüşmesi, yasın bastırılması ve hafızanın araçsallaştırılması gibi çok katmanlı süreçleri anlamak açısından işlevseldir.
Kürt coğrafyasına uygulandığında, nekropolitika yalnızca fiziki şiddeti değil, ölüm sonrası bedenin kaderine dair karar mekanizmalarını da içerir. Bu, öldürülen bedenin nasıl gömüleceğinden, kimliğinin tanınıp tanınmayacağına; mezarın erişilebilirliğinden, kamusal hafızada yer bulup bulamayacağına kadar uzanan çok boyutlu bir kontrol biçimi olmakla beraber nekropolitikayı çok yönlü biçimlerde tezahür etmektedir. Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinde 1990’lı yıllarda yoğunlaşan zorla kaybetme, faili meçhul cinayetler, toplu mezarlar ve cenazeye erişimin engellenmesi gibi uygulamalar, yalnızca güvenlik politikalarıyla değil, hafızaya müdahale biçimleriyle de bağlantılıdır.
İnsan Hakları Derneği’nin 2014 tarihli raporuna göre yalnızca Bakur’da (Kuzey Kürdistan) tespit edilen 348 toplu mezarda 4201 kişiye ait kalıntı bulunmaktadır. Bu rakamlar, Kürt coğrafyasında ölü bedenin kamusal alandan silinmesine yönelik kurumsallaşmış bir stratejinin varlığına işaret etmektedir. Mezarlıkların imha edilmesi, mezar taşlarının tahrip edilmesi, cenazelerin ailelere verilmemesi ya da kargo paketleriyle gönderilmesi, bu politikaların görünür pratikleridir.
Hizbullah’ın Mezar Evleri
1990’larda Hizbullah’a bağlı paramiliter grupların oluşturduğu “mezar evler”de ise, işkence edilerek öldürülen sivillerin ev temellerine gömüldüğü belgelenmiştir. Bu tür yapılar, ölümün mekânsal düzenlemesi üzerinden kurulan toplumsal sessizlik alanları yaratır ve bu da nekropolitikanın yalnızca fiziki değil, mekânsal bir strateji olduğunu gösterir.

Devlet şiddetinin bir panoraması
Bu şiddet biçimi tarihsel süreklilik gösterir. 1980’lerin sonlarında Siirt’teki Newala Qesaba (Kasaplar Deresi), Kürt hafızasında yalnızca son dönem çatışmaların değil, aynı zamanda tarihsel soykırım izlerinin de mekânı olarak yer almaktadır. Bölge, 1915 yılında Ermeni Soykırımı sırasında çok sayıda Ermeni’nin toplu biçimde katledilerek gömüldüğü yerlerden biri olarak bilinir. Bu tarihsel katmanlaşma, Newala Qesaba’yı yalnızca fiziksel bir mezar değil, aynı zamanda çoklu bastırma rejimlerinin mekânsal sürekliliğini gösteren bir bellek alanı hâline getirir. 1980’ler sonrası ise bu alan, yeniden benzer bir nekropolitik işlev kazanmış; çatışmalarda hayatını kaybeden PKK’lilerin ve faili meçhul cinayetlere kurban giden sivillerin gizlice gömüldüğü bir mekâna dönüşmüştür. Bu çifte tarih, mezarın yalnızca ölümün değil, aynı zamanda devletin tarihsel şiddet biçimlerinin sürekliliğinin bir göstergesi olduğunu ortaya koyar. Newala Qesaba bu anlamda, hem fiziksel bedenlerin hem de bastırılmış kolektif hafızaların biriktiği, devletin nekropolitik stratejilerini üst üste yığdığı bir “kara delik” işlevi görmektedir.
Benzer şekilde, 1988’de Saddam Hüseyin rejimi tarafından Halepçe’de gerçekleştirilen kimyasal saldırı, nekropolitik stratejilerin etno-politik temizlikle nasıl kesiştiğini açık biçimde göstermektedir. 2014 yılında IŞİD’in Ezidî halkına yönelik gerçekleştirdiği Şengal katliamı da kadın bedeninin sistematik olarak savaş aracına dönüştürüldüğü bir diğer nekropolitik örnektir.
Bu yapılar karşısında sanat, yalnızca temsil edici bir pratik değil, aynı zamanda epistemolojik bir müdahale alanı olabilir. Butler’ın “yas tutma hakkı” kavramı, burada önemli bir referans noktasıdır. Kimlerin ölümü kamusal olarak yas tutulabilir, kimlerinkisi sessizlikle geçiştirilir? Bu ayrım, nekropolitikanın en görünmez ama en etkili araçlarından biridir.
Sanat, bu bağlamda bir temsil değil, bir karşı-arşiv üretme pratiği hâline gelmelidir. Sanatın amacı burada estetik deneyim yaratmak değil; şiddetin izini sürmek, failin görünmezliğini sorgulamak ve kamusal hafızada bastırılmış olanı görünür kılmak olmalıdır.
Kürt sanatçılar tarafından üretilen işler, özellikle mekânsal hafıza (mezarlıklar, boşaltılan köyler), beden politikaları (cenazelerin teşhiri, kimliksizleştirme) ve yas pratikleri (sessizlik, kamusal tanıklık) üzerinden yürütülmektedir. Ancak bu üretimler, klasik estetik kodlara bağlı kalmamalı; belgesel, arşivsel ve eleştirel formlara yönelmelidir. Bu, yalnızca sanatsal değil, aynı zamanda etik ve politik bir tercihtir.
Sanat, bu ölüm rejimi karşısında güzelleştirme, soyutlama ya da nötralizasyon yerine; yüzleştirme, bozguna uğratma ve alternatif bir hafıza inşası yönünde konumlanmalıdır. Mezarsız bedenlerin, kimliksiz bırakılan ölülerin ve unutturulan travmaların karşısında, sanat yalnızca bir estetik jest değil; politik bir sorumluluk alanı olarak değerlendirilmelidir.
Bu nedenle Kürt coğrafyasında sanat, nekropolitikaya karşı kolektif hafızayı ayakta tutmanın, yas tutma hakkını geri kazanmanın ve adalet talebini görünür kılmanın bir aracıdır. Bu araç, temsilin sınırlarında değil; direnişin eşiğinde anlam kazanır.








