İsrail ve Filistin İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı

Kibbutzlardan Nekbe'ye

Fransız Devrimi

Devrim sonrası Yahudiler Avrupa’da ticaret ve devlet kademelerine entegre olmaya başladı.

Dreyfus ve Herzl

Casuslukla suçlanan Dreyfus’un davası Siyonist hareketin ideolojik başlangıcı oldu.

İlk Siyonist Kongre

Herzl’in öncülüğünde Yahudi devleti fikri kurumsallaştı.

Pogrom ve Göç

Doğu Avrupa’da Yahudilere yönelik katliamlar Filistin göçlerini hızlandırdı.

Balfour Deklarasyonu

İngiltere, Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını desteklediğini açıkladı.

Peel Komisyonu

İngilizler, Filistin’in Arap ve Yahudi devletleri olarak bölünmesini önerdi.

Holocaust ve Yahudi Göçü

Nazi Almanya’sında 6 milyon Yahudi katledildi, Filistin’e göç arttı.

BM’nin İsrail Devleti Kararı

BM, Filistin’de iki devletli çözümü önerdi. Yahudiler kabul etti, Araplar reddetti.

İsrail’in Kuruluşu

Ben-Gurion, İsrail’in bağımsızlığını ilan etti. Birinci Arap-İsrail Savaşı başladı.

Nakba – Arap Felaketi

700.000’den fazla Filistinli mülteci oldu, “Felaket” olarak Arap tarihine geçti.

Bu makale, İsrail ve Filistin ilişkilerinin tarihsel arka planını ele alıyor. Osmanlı döneminden günümüze Arap-İsrail çatışmaları, Siyonizm ve Nekbe gibi dönüm noktaları üzerinden kapsamlı bir Ortadoğu analizi sunuyor.

Bölüm 1: Siyonizm Öncesi Yahudi Politikaları ve Dağınık Arayışlar

Avrupa Yahudilerinin Farklı Yönelimleri

1789 sonrası Avrupa’da gelişen ulus-devlet paradigması, Yahudileri tarihin yeni bir kavşağına itti. Batı Avrupa’da asimilasyonu benimseyen Yahudiler, dillerini ve kıyafetlerini değiştirerek Fransızlaşmaya, Almanlaşmaya başladı. Bu dönemde özellikle Almanya’da Moses Mendelssohn’un öncülük ettiği Haskala (Yahudi Aydınlanması) hareketi, Yahudilerin entelektüel olarak Avrupa kültürüne entegre olmasını savundu.

Ancak asimilasyon arayışları, antisemitizmin kurumsal hale gelmesini engelleyemedi. Yahudiler ekonomik olarak güçlendikçe, Avrupa’nın farklı kesimlerinde hem dini hem de ırksal temelli ayrımcılıkla karşılaştılar.

Osmanlı’da Sefarad Mirası ve Görece Hoşgörü

1492’de İspanya’dan kovulan Sefarad Yahudileri Osmanlı’ya sığındı. İstanbul, Edirne ve özellikle Selanik, büyük Yahudi cemaatlerine ev sahipliği yaptı. Bu dönemde Yahudiler zanaat, matbaacılık ve tıp gibi alanlarda etkin roller üstlendi. Osmanlı’daki “millet sistemi”, Yahudilere göreli bir özerklik sağladı, ancak siyasi temsil hakları sınırlıydı.

Yahudiler hem Müslüman hem de Hristiyan tebaaya göre alt konumda olsalar da, Avrupa’daki pogromlara kıyasla daha az baskı gördüler. Bu görece hoşgörülü ortam bile, 19. yüzyılın sonlarına doğru değişmeye başlayacaktı.

Bund ve Diğer Alternatifler: Siyonizm Tek Yol Değildi

Siyonizm, 20. yüzyıl başına dek Yahudi dünyasında tek hâkim görüş değildi. Özellikle Doğu Avrupa’da, Yahudi işçiler arasında sosyalist örgütler yükseliyordu. En önemlilerinden biri, 1897’de kurulan Bund (Genel Yahudi İşçi Birliği) idi. Bundistler, Yahudiliği dinsel değil kültürel bir kimlik olarak tanımlıyor; antisemitizme karşı ulusal değil sınıfsal bir mücadele verilmesi gerektiğini savunuyorlardı.

Rusya, Polonya ve Litvanya’da aktif olan Bund, Yidiş dilini ve işçi sınıfı değerlerini öne çıkaran seküler bir çizgi izledi. Aynı dönemde Reformist Yahudilik, Tanrı’ya olan bağlılığı korurken bir ulus fikrini (özellikle 1885 Pittsburgh Platformu bağlamında) büyük ölçüde reddediyordu. Geleneksel Ortodoks akımlar (ör. Agudath Israel) “Mesih gelmeden kurulacak bir Yahudi devleti” fikrine karşıydı; buna karşılık Dini Siyonizm (ör. Mizrachi) farklı bir teolojik çizgi benimsiyordu.

Uganda ve Arjantin: Alternatif Devlet Planları

Theodor Herzl’in başını çektiği Siyonist hareket bile ilk aşamada Filistin konusunda kesin değildi. 1903’te İngiltere’nin önerdiği “Uganda Planı”, adlandırması böyle olsa da Britanya Doğu Afrikası’nda (bugünkü Kenya) bir bölgeyi işaret ediyordu ve özellikle Doğu Avrupa’daki pogromlardan kaçan Yahudiler için kısa vadeli bir sığınak olarak tartışıldı.

Uganda Planı, Siyonist hareket içinde büyük tartışmalara neden oldu. Herzl’e karşı çıkan “Neinsager” (Hayır Diyenler) grubu, Filistin dışında bir yerin kabul edilemeyeceğini belirtti. Arjantin de Herzl’in erken yazılarında anılan olası yerlerden biri olarak gündeme geldi; ayrıca Israel Zangwill’in öncülüğündeki Jewish Territorial Organization kısa bir dönem Filistin dışı seçenekleri araştırdı. Ancak hem dini hem tarihsel bağlam, Filistin’in merkezî konumunu pekiştirdi ve bu alternatifler azınlık çizgiler olarak kaldı.


Bölüm 2: Kudüs’ün Jeopolitik Önemi ve Üç Dinli Şehirdeki Gerilimler

Tarihsel Sembol: Üç Dinli Kudüs

Kudüs, üç büyük semavi dinin kesişim noktasında yer alan eşsiz bir şehir olarak, yüzyıllardır yalnızca manevi değil, politik bir alan da oldu. Yahudiler için Süleyman Tapınağı’nın kalıntılarını barındıran Ağlama Duvarı, Müslümanlar için ilk kıble olan Mescid-i Aksa, Hristiyanlar için ise Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine inanılan Kutsal Kabir Kilisesi, bu şehri evrensel düzeyde benzersiz kıldı.

Ancak bu kutsiyet, Kudüs’ü bir barış şehri yapmaktan çok bir rekabet alanına dönüştürdü. Dinî aidiyet, modern çağda etnik ve siyasi iddiaların taşıyıcısı hâline geldi.

19. Yüzyıldan İtibaren Artan Batılı Müdahaleler

Osmanlı’nın zayıflamasıyla birlikte Batılı güçler, Kudüs’te konsolosluklar, misyoner okulları ve kiliseler aracılığıyla nüfuz kurmaya başladı. 19. yüzyılın ortalarında Rus Ortodoks Kilisesi, Fransız Katolik misyonları ve İngiliz Protestan etkisi, şehirdeki dengeleri derinden etkiledi.

Kudüs artık yalnızca bir Osmanlı vilayeti değil, Avrupa güçlerinin kendi aralarında yarıştığı bir diplomasi sahnesiydi. “Kutsal yerler krizi”, Osmanlı’nın iç işlerine karışmanın bahanesi hâline geldi.

Tanzimat ve Kudüs’te Toprak Sahipliği

1858’de çıkarılan Arazi Kanunnamesi ile birlikte miri (devlete ait) toprakların tescil ve intikal rejimi ayrıntılı şekilde düzenlendi. Tapu kayıt süreçlerine yerel halkın sınırlı erişimi ve bürokratik engeller nedeniyle, Kudüs ve çevresinde topraklar giderek eşraf/ayan ve kentli büyük toprak sahiplerinin elinde toplanmaya başladı; ilerleyen yıllarda Yahudi yatırımcıların satın alımları da bu zeminde hızlandı.

Özellikle 1880’lerden itibaren Yahudi kuruluşları Kudüs yakınlarında arazi satın almaya başladı. Bu süreç, Arap köylüler ile yeni yerleşimciler arasında ilk gerilimlerin ortaya çıkmasına neden oldu.

Şehirde Nüfus Dengesi Değişiyor

19. yüzyıl sonlarına doğru Kudüs’te Yahudi nüfusu belirgin biçimde arttı. Kesin ve karşılaştırılabilir kayıtlı veri, 1922 Britanya nüfus sayımında Yahudilerin şehir nüfusunun yarıdan fazlasını (yaklaşık %54) oluşturduğunu gösterir. Bu artış, yalnızca doğal yolla değil, Avrupa’dan gelen göçlerin etkisiyle gerçekleşti.

Şehirdeki Araplar ve Yahudiler arasında hem konut hem de ticaret alanında rekabet artıyordu. Dinî farklılıklar, ekonomik hayatta da ayrışmalara neden oldu.

Kudüs’ün Statüsü: Uluslararasılaşma Tartışmaları

Filistin sorunu uluslararası gündeme geldiğinde, Kudüs’ün statüsü daima özel olarak tartışıldı. 1947 BM Bölünme Planı, Kudüs’ü ne Araplara ne de Yahudilere bırakıyor; “corpus separatum” yani uluslararası yönetim altında ayrı bir statü öngörüyordu.

Ancak bu plan hiçbir zaman hayata geçmedi. 1948 Savaşı’nın ardından Kudüs, Ürdün ve İsrail arasında bölündü. 1967’de İsrail’in Doğu Kudüs’ü işgal etmesiyle şehir tamamen İsrail kontrolüne geçti; fakat uluslararası hukuk açısından hâlâ ihtilaflı bir bölge olmayı sürdürüyor.

Günümüzde Kudüs: Kıyametin Coğrafyası

Bugün Kudüs, sembolik öneminin ötesinde, somut bir çatışma sahnesidir. Mescid-i Aksa çevresindeki her provokasyon, Batı Şeria’da, Gazze’de ve Lübnan sınırında zincirleme çatışmalar yaratıyor.

İsrail’in Kudüs’ü “bölünmez başkent” ilan etmesine karşın, Filistinliler Doğu Kudüs’ü kendi gelecek devletlerinin başkenti olarak görüyor. Bu statü meselesi, çözüm sürecinin önündeki en büyük engellerden biri olarak varlığını sürdürüyor.


Bölüm 3: Osmanlı’nın Son Yıllarında Filistin – Aşiret, Toprak ve Merkezileşme Politikaları

Tanzimat’tan Abdülhamid’e: Devletin Toprağa Müdahalesi

19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Batı tipi merkeziyetçi bir devlet modeline yönelmeye başladı. Bu dönüşümün kalbinde Tanzimat reformları yer aldı. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi, miri toprakların kayıt altına alınması, devri ve kullanım haklarını düzenledi; bu, miri arazinin toptan “özel mülke dönüşmesi” anlamına gelmiyordu. Filistin gibi taşra vilayetlerinde, kayıt süreçlerine eşraf/ayan ile kentli spekülatörlerin erişimi kolay olurken, köylüler çoğu kez sistemin dışında kaldı.

Kudüs Uleması, Aşiretler ve “Aşraf” Eliti

Kudüs ve çevresinde “aşraf” olarak bilinen, Hz. Muhammed’in soyundan geldiğini iddia eden din adamları sınıfı önemli bir siyasi ve ekonomik aktör hâline geldi. Devletin vergi toplama, güvenlik sağlama gibi yükümlülüklerini yerel güç odaklarına devretmesiyle birlikte, bu zümre büyük servet birikimlerine ulaştı.

Bu süreçte Filistin köylüsü hem merkezi devletin baskısı hem de yerel elitlerin çıkar ağları arasında sıkıştı. Osmanlı merkezi yönetiminin reformlar aracılığıyla kurduğu yeni düzen, Arap köylüsünün gözünde ne bir kurtuluş ne de bir istikrar umudu sundu.

Toprak Piyasasında Yükselen Yahudi Sermayesi

1870’lerden itibaren Yahudi kuruluşları aracılığıyla Filistin’de toprak alımları başladı. Bu alımlar genellikle Lübnan, Şam ya da Kudüs’teki büyük toprak sahiplerinden yapıldı. Pek çok Arap köylü, bu satışların farkına ancak yeni sahipler tarafından tahliye edilmeye çalışıldıklarında vardı.

Yahudi yerleşimciler, “İbrani Emek” (Avoda Ivrit) politikasıyla Arap işgücünü sistematik olarak dışladılar. Bu durum, yalnızca ekonomik değil, sosyolojik bir kırılmaya da yol açtı. Aynı toprağın farklı topluluklar için temsil ettiği anlam büsbütün ayrıştı: bir taraf için vaat edilen ülke, diğer taraf için geçim kaynağının ve aidiyetin kaybıydı.

Osmanlı’nın Güvenlik Politikası ve Arapların Dışlanması

İttihat ve Terakki yönetimiyle birlikte, özellikle 1908 sonrasında Arap vilayetlerinde merkezi kontrolü artırma çabaları yoğunlaştı. Eğitim kurumlarına Türkçenin dayatılması, Arapların bürokrasiden tasfiye edilmesi ve yerel yöneticilerin görevden alınarak Anadolu kökenlilerle değiştirilmesi bölgede büyük rahatsızlık yarattı.

Bu politikalar, Arap milliyetçiliğinin ivme kazanmasına ve İstanbul’a karşı kültürel bir direnç gelişmesine neden oldu. Suriye, Lübnan ve Filistin’de entelektüel çevrelerde Arap dili, edebiyatı ve kimliği yeniden inşa edilmeye başlandı. Bu direniş, doğrudan siyasal bağımsızlık arayışına evrilmese de, Arap halklarının “Osmanlılık” kimliğinden uzaklaşmasına katkı sundu.

“Osmanlıcılık” Tutmadı, “Türkleşme” Öfke Yarattı

İttihat ve Terakki’nin önce “Osmanlıcılık”, sonra “İslamcılık”, en nihayetinde ise “Türkleşme” politikalarına yönelmesi, Arap vilayetlerinde devletle halk arasındaki son güven bağlarını da kopardı. Kudüs, Nablus, Yafa gibi şehirlerdeki Arap eşrafı, İstanbul’daki bürokrasiyi artık yabancı bir otorite olarak görmeye başladı.

1914’e gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap coğrafyasında halk desteği ciddi oranda zayıflamıştı. Filistin’deki toplumsal yapı dağılmış, köylüler mülksüzleşmiş, Arap aydınları ise Osmanlı elitinden uzaklaşmıştı.


Bölüm 4: Manda Döneminde Arap Siyaseti ve İngiliz İkilemi — El-Hüseyni’den Beyaz Kitap’a

Savaş Sonrası Dönem: Arap Temsilciliğinin Kurumsallaşması

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu çöktü ve Filistin toprakları İngiltere’nin mandası altına girdi. 1920 San Remo Konferansı’nda alınan bu karar, 1922’de Milletler Cemiyeti tarafından resmileştirildi. Ancak Araplar bu durumu asla meşru görmedi; zira Filistin’in bağımsızlığı kendilerine daha önce Şerif Hüseyin-McMahon yazışmalarında vaat edilmişti.

Filistinli Araplar, İngiliz mandasına karşı siyasi temsil araçları oluşturmaya başladı. 1920’de kurulan Filistin Arap Kongresi, kısa sürede etkili oldu. Ancak gerçek gücün toplandığı kurum 1921’de kurulan Yüksek Müslüman Konsey (Supreme Muslim Council) idi. Hacı Emin el-Hüseyni 1921’de Kudüs Müftüsü olarak atanmış, 1922’de Konseyin başkanı olmuştur.

Hacı Emin el-Hüseyni: Kudüs’ün Müftüsünden Direnişin Sembolüne

El-Hüseyni, hem Mescid-i Aksa’nın koruyucusu hem de Filistin davasının sözcüsüydü. İngiltere başlangıçta onu, Arap toplumu üzerinde etkili olabilecek “kontrol edilebilir bir lider” olarak görüyordu. Ancak bu hesap tutmadı.

Yahudi göçlerinin artması, yerleşimlerin çoğalması ve İngiltere’nin tarafsız kalma çabaları, El-Hüseyni’yi giderek radikalleştirdi. 1929 Ağlama Duvarı olayları sırasında yaşanan çatışmaların ardından, Arap kamuoyunda itibarı daha da yükseldi. Kendisinin İngilizlere ve Siyonistlere karşı açıkça tavır alması, onu hem bir direniş sembolü hem de ileride tartışmalı bir figür haline getirecekti.

İngiliz Mandasının “Böl ve Yönet” Politikası

İngiltere, bir yandan Siyonist göçü destekleyen Balfour Deklarasyonu’na bağlı kalıyor; diğer yandan Arap halkının öfkesini bastırmak için “denge politikası” izliyordu. Bu ikili strateji, her iki tarafın da İngiltere’ye güvenini sarstı.

Araplar siyasi temsiliyete ulaşamazken, Yahudi Ajansı adım adım bir gölge hükümete dönüşüyordu. Sağlık, eğitim, güvenlik ve tarım politikalarını İngiliz mandasından bağımsız olarak yürüten Yahudi Ajansı, Filistin’de devletleşmenin altyapısını örüyordu.

1936 Arap Ayaklanması: Grevden Direnişe

1936’da ekonomik krizin, işsizlik ve toprak kayıplarının da etkisiyle Arap isyanı patlak verdi. Başlangıçta bir genel grev olarak başlayan hareket, kısa sürede silahlı direnişe dönüştü. İngiliz otoritelerine ve Yahudi yerleşimlere karşı düzenlenen saldırılar, üç yıl sürecek bir çatışmanın başlangıcıydı.

İngiltere bu ayaklanmayı bastırmak için olağanüstü önlemler aldı:

  • Çok sayıda köy kuşatıldı ve tarandı,
  • Binlerce Arap tutuklandı ya da sürgün edildi,
  • Arap siyasi yapısı büyük ölçüde tasfiye edildi.

Bu süreçte Filistinli Araplar liderlikten ve örgütlülükten yoksun kaldı. El-Hüseyni Lübnan’a kaçmak zorunda kaldı, Yüksek Arap Komitesi dağıtıldı.

1939 Beyaz Kitap: İngiltere’nin Geri Adımı

Ayaklanmaların ardından İngiltere, Filistin’deki stratejisini yeniden gözden geçirmek zorunda kaldı. 1939’da yayınlanan “Beyaz Kitap”, Yahudi göçünü beş yıl boyunca yılda 15.000 kişi (toplam 75.000) ile sınırlandırdı; sonrasında göçün sürmesi Arap rızasına bağlandı. Ayrıca Yahudilerin toprak alımlarına bölgesel kısıtlamalar getirildi ve Filistin’e ileride bağımsızlık sözü verildi (takvimi belirsizdi).


Bölüm 5: Nazizm, Holokost ve Yahudi Göçü – Bir Trajediden Devlet Projesine

1933’ten Sonra Avrupa: Bir Kıyametin Başlangıcı

Adolf Hitler’in 1933’te Almanya’da iktidara gelmesiyle birlikte, Avrupa’daki Yahudiler için yepyeni ve karanlık bir dönem başladı. Nazi rejimi Yahudi karşıtı yasaları sistematik biçimde uygulamaya koydu:

  • Yahudiler devlet memurluklarından atıldı,
  • Akademiden, basından ve kamu hayatından uzaklaştırıldı,
  • Nürnberg Yasaları ile vatandaşlık hakları ellerinden alındı.

Bu ayrımcılık yalnızca Almanya ile sınırlı kalmadı. Polonya, Macaristan ve Romanya gibi ülkelerde de antisemitizm yükseldi. Kristallnacht (1938) gibi olaylar, Yahudilerin fiziksel olarak da tehdit altında olduğunu gösterdi.

Filistin Yolculuğu: Göç Değil Kaçış

Yahudi ajansları bu süreçte Filistin’e göçü hızlandırmak için örgütlendi. Ancak İngiltere, 1939 Beyaz Kitabı ile göç kotaları koymuştu. Bu nedenle binlerce Yahudi, yasadışı yollarla Akdeniz üzerinden Filistin’e ulaşmaya çalıştı.

Bu yolculuklar dramatikti:
Kaçak tekneler tıka basa doluydu; İngiliz Kraliyet Donanması deniz ablukası uyguluyordu; limanlara ulaşan göçmenler çoğu zaman gözaltına alınıyor ya da Kıbrıs’taki kamplara gönderiliyordu. Birçok gemi denizde battı ya da geri çevrildi. Bu trajediler Holokost felaketiyle birlikte Siyonist liderlerin Filistin’de bir Yahudi devletinin zorunluluğuna dair tezlerini güçlendirdi.

Holokost: 6 Milyon Kayıp, 1 Devlet Arayışı

1941–1945 arasında Avrupa’da 6 milyona yakın Yahudi, Naziler tarafından sistematik olarak öldürüldü. Auschwitz, Treblinka ve Sobibor gibi toplama kampları, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biri hâline geldi.

Savaşın sonunda Avrupa’da kalan Yahudiler büyük ölçüde yersiz yurtsuzdu. Evlerine dönemiyor, çoğu ülke onları kabul etmiyordu. Filistin, artık sadece tarihsel bir vaat değil, yaşanabilir tek yer olarak görülmeye başlandı.

Siyonist Strateji: “Devlet Değilse Soykırım”

Siyonist liderler, özellikle Chaim Weizmann ve David Ben-Gurion, Holokost’u uluslararası kamuoyunda güçlü bir siyasi argümana dönüştürdü. “Yahudilere bir devlet verilmediği için bu soykırım yaşandı” söylemi, Batı dünyasında geniş yankı buldu.

ABD’deki Yahudi çevreleri, medya ve sinema aracılığıyla bu söylemi geniş kitlelere ulaştırdı. New York Times, Life gibi yayınlar Holokost görselleri yayımladı; kamuoyu vicdanı harekete geçirildi.

İngiltere Sıkışıyor, ABD Devreye Giriyor

Savaş sonrası İngiltere, Filistin üzerindeki denetimini sürdürmekte zorlanıyordu: Araplar isyanlara devam ediyor, Yahudi yerleşimciler İngiliz hedeflerine saldırıyor, maliyetler artıyordu. 1946’da Kudüs’teki King David Oteli’ne Irgun tarafından düzenlenen bombalı saldırıda 91 kişi öldü. İngiliz kamuoyunda “Filistin’den çekilelim” sesleri yükselmeye başladı.

1942 Biltmore Programı ve ABD’nin Desteği

Mayıs 1942’de New York’taki Biltmore Oteli’nde toplanan Siyonist Konferansı’nda, artık “Yahudi yurdu” değil, “bağımsız Yahudi devleti” hedefi açıkça ilan edildi. ABD Başkanı Harry Truman, Yahudi göçmenlerin kabulü ve Filistin’de devlet kurulması için desteğini bildirdi. Desteğin insani boyutu kadar, iç politik hesapların da etkisi vardı.

“Filistin, Bir Devlet Projesinin Zemini Olmalı”

Holokost’tan sağ kurtulan Yahudilerin gözünde Filistin artık yalnızca “vaat edilmiş toprak” değil, tarihin ve insanlığın borcunun tahsil edileceği bir yerdi. Yahudi göçü arttı. Paramiliter örgütler (Haganah, Irgun, Lehi) güçlendi. Siyasi baskı, diplomatik lobi ve tarihsel haklılık söylemleri bir araya gelerek, İsrail’in kuruluşunun zeminini oluşturdu.


Bölüm 7: Nekbe’nin Sosyolojisi — Göçmenlik, Hafıza ve Kuşaklararası Travma

750.000 Yerinden Edilmiş Hayat

1948 savaşının ardından, yaklaşık 750.000 Filistinli evlerini terk etmek ya da zorla tahliye edilmek zorunda kaldı. Bu, modern Ortadoğu’nun en büyük yerinden edilme hareketlerinden biri olarak tarihe geçti. Göçmenler, Ürdün, Lübnan, Suriye, Batı Şeria ve Gazze gibi bölgelere dağıldı. Birçoğu çadır kentlerde, derme çatma yapılarda yaşamaya başladı.

Birleşmiş Milletler, 1949’da Filistinli göçmenler ihtiyaçlarını karşılamak üzere UNRWA adlı özel bir kurum kurdu. Ancak göçmenlik kısa vadeli bir statü değil, kalıcı bir toplumsal yapıya dönüştü.

Kayıp Köyler Haritası

İsrail devleti tarafından 1948–1950 yılları arasında 400’ün üzerinde Filistin köyü yıkıldı, işgal edildi veya “boşaltıldı.” Bunların çoğu tamamen ortadan kaldırıldı, yerlerine Yahudi yerleşimleri inşa edildi ya da arazileri farklı şekillerde değerlendirildi. Eski köylerin isimleri değiştirildi, topografyaları silindi, hafızaları sistematik olarak kazındı.

Tarihsel örnekler:

  • Deir Yasin: 1948’de boşaltıldı; alanı bugün esasen Kfar Shaul hastanesi yerleşkesi olarak kullanılıyor. Deir Yasin’in arazisinin bir bölümü üzerine ise daha sonraları Givat Shaul Bet ve Har Nof mahalleleri inşa edildi.

  • Al-Qastal: Kalıntıları bugün Castel Ulusal Parkı olarak, Mevaseret Zion yakınlarında yer alır

Kayıp köylerin haritaları bugün hâlâ Filistinli göçmenlerin evlerinde duvarlarda asılı durur. “Dönüş hakkı” kavramı, yalnızca fiziksel bir toprak talebi değil, kimliğin yeniden inşası için bir referans noktasıdır.

Bellek ve Direnişin Edebi Formu

Filistin’in kaybı yalnızca askeri bir yenilgi değil, aynı zamanda bir kültürel travmaydı. Bu travma, şiirde, hikâyelerde ve görsel sanatta bir tür direnç formuna dönüştü.

Öne çıkan isimler:
Mahmoud Darwish: “Kimliğimi kaybettim, ama sesimi değil.”
Ghassan Kanafani: “Geri dönmeyenler için yol, bir gölgeye dönüşür.”

Edebiyat, göçmenlerin evlerini, ağaçlarını, rüzgarlarını yeniden kurduğu sembolik bir coğrafya hâline geldi.

Görsel Hafıza: Fotoğraf, Harita, Anahtar

Göçmenlerin, evlerinin anahtarlarını hâlâ muhafaza ediyor. Bu anahtarlar çoğu zaman paslanmış, eski bir demir parçasından ibaret olsa da, bir kuşağın belleğinde “dönüşün mümkünlüğü”nü temsil ediyor.

Her göçmen kampında, evden kalan tek bir fotoğraf, bir meyve ağacı resmi ya da tapu benzeri bir belge, ailesel belleğin merkezindedir.

“Dönüş Hakkı” talepleri sadece siyasal değil; kültürel, duygusal ve ontolojik bir taleptir.

Travmanın Kuşaklararası Aktarımı

Bugün UNRWA tarafından tanınan Filistinli göçmenlerin sayısı yaklaşık 5,9 milyonu geçmiş durumda. Bu insanların büyük bölümü, göçmen statüsünde doğdu, büyüdü ve yaşlandı. Hiçbir zaman “göç etmedikleri” hâlde, memleketlerinden mahrumlar.

Sosyologlara göre bu durum, “miras yoluyla mağduriyet” üreten nadir örneklerden biridir. Birinci kuşak kaybı yaşadı; ikinci kuşak kimlik mücadelesi verdi; üçüncü kuşak ise artık dünyanın dört bir yanında dağılmış, ama hafızası dinç bir diaspora inşa etti.

Nekbe: Bir Travmadan Daha Fazlası

Nekbe, yalnızca 1948’e ait bir tarihsel olay değil, bugünü şekillendiren, sürekliliği olan bir olgudur. Filistinliler için bu, her yıl yeniden yaşanan bir tarihsel döngüdür.

“Geri dönüş hakkı” BM tarafından tanınsa da, İsrail bunu bir “demografik tehdit” olarak değerlendiriyor ve göçmenlerin tüm taleplerini reddediyor. Bu reddediş, sorunun yalnızca geçmişte değil, bugün ve gelecekte de süreceğini gösteriyor.


Bölüm 8: Siyonist Propaganda ve Uluslararası Meşruiyet – Hafızanın İhracı

Holokost’un Hafızasını Kurumsallaştırmak

1945 sonrası İsrail’in uluslararası meşruiyetini inşa ederken başvurduğu en güçlü söylemsel araç, Holokost’un travmasıydı. 6 milyon Yahudi’nin yok edilmesi, yalnızca insanlık dramı değil, Yahudi ulusal hareketinin haklılık zeminine dönüştürüldü.

İsrail devleti, bu hafızayı kurumsallaştırdı:

  • 1953’te Yad Vashem Holokost Anma Merkezi kuruldu,
  • Eğitim müfredatları Holokost odaklı hale getirildi,
  • Uluslararası anma günleri diplomatik etkiye dönüştürüldü.

Bu süreçte Holokost, hem İsrail vatandaşlığı kimliğinin hem de dış politikanın temel taşlarından biri oldu.

Medya, Sinema ve Hafıza Diplomasisi

İsrail, Batı medyasında hikâyesini etkili bir şekilde kurdu. Özellikle ABD’de Yahudi çevrelerinin etkili olduğu gazete, dergi ve televizyon ağlarında İsrail’in “varoluş mücadelesi” imajı inşa edildi. Life, Time, New York Times gibi yayın organları, İsrail’in kuruluşunu “adaletin tecellisi” olarak sundu.

Hollywood da bu stratejinin bir parçası oldu:
Exodus (1960) — Siyonist anlatının sinemasal zirvesi,
Schindler’s List (1993) — Holokost hafızasının küresel taşıyıcısı.

Medya aracılığıyla batı kamuoyu, İsrail’i çoğu zaman “savunmada olan”, Filistinlileri ise “şiddet üreten” aktörler olarak gördü.

Akademi ve Düşünce Kuruluşları

İsrail, uluslararası üniversitelerle sıkı bağlar kurdu. Tel Aviv ve Hebrew Üniversitesi gibi kurumlar dünya akademisiyle bütünleştirildi. Özellikle ABD’deki saygın üniversitelerle yürütülen iş birlikleri sayesinde, Siyonist söylemler entelektüel alanda meşrulaştı.

Filistin Anlatısının Bastırılması

Aynı dönemde Filistin anlatısı uzun süre marjinalleştirildi. Filistinli yazarlar, tarihçiler ve akademisyenler, uluslararası mecralarda görünürlük kazanmakta zorlandı. Nekbe, “Yahudi soykırımı” kadar evrensel bir anlatıya dönüşemedi.

Örneğin:

  • Arap köylerinin yıkımı “boşaltma operasyonları” olarak tanımlandı,
  • Filistinli direniş “terörizm” olarak kodlandı,
  • “Geri dönüş hakkı” uluslararası medyada “demografik tehdit” olarak çerçevelendi.

Alternatif Hafıza Girişimleri

1990’lardan itibaren “Yeni Tarihçiler” olarak bilinen bazı İsrailli akademisyenler (ör. Ilan Pappé, Benny Morris, Avi Shlaim) Siyonist anlatıya eleştirel yaklaştılar. Özellikle 1948’e ilişkin tartışmalar, Pappé’nin “etnik temizlik” iddiasıyla birlikte uluslararası gündemde daha görünür hâle geldi. Filistinli sanatçılar, yazarlar ve belgeselciler de dijital çağda daha görünür oldu. Yine de hegemonik anlatı çoğu yerde İsrail’in perspektifi lehine kalmayı sürdürdü.

Uluslararası Çerçevede Meşruiyet Tartışmaları

BM’nin 194 sayılı kararı, Filistinlilerin geri dönüş hakkını tanısa da uygulanmadı. Son yıllarda Human Rights Watch ve B’Tselem gibi bazı insan hakları örgütlerinin raporlarında, İsrail’in işgal bölgelerindeki rejimi “apartheid” olarak nitelendiren değerlendirmeler yer aldı; bu, uluslararası alanda hararetli tartışmalara yol açtı.


Bölüm 9: 1967 Sonrası – Kudüs’ün İlhakı, Oslo’nun Çöküşü ve İki Devletli Modelin Çözülüşü

1967 Altı Gün Savaşı: Harita Bir Kez Daha Değişiyor

Haziran 1967’de, İsrail ile Mısır, Suriye ve Ürdün arasında yalnızca altı gün süren savaş, Ortadoğu haritasını kalıcı biçimde değiştirdi. İsrail, savaş sonunda:

  • Doğu Kudüs ve Batı Şeria’yı Ürdün’den,
  • Gazze Şeridi ve Sina Yarımadası’nı Mısır’dan,
  • Golan Tepeleri’ni Suriye’den aldı.

Bu savaşın ardından İsrail ilk kez Kudüs’ün tamamını kontrol altına aldı ve şehri “bölünmez başkenti” ilan etti. Oysa uluslararası hukuk açısından Doğu Kudüs hâlâ işgal altındaki bir bölgeydi.

Yerleşim Politikası: Fiili İlhakın Mimarisi

1967 sonrasında İsrail, Batı Şeria’da Yahudi yerleşimlerini hızla artırmaya başladı. Bu süreçte hem dini gerekçeler (Tevrat’a atıfla) hem de stratejik güvenlik gerekçeleri öne sürüldü. 1977’de Begin hükümetiyle yerleşimler hızlandı; 1990’lara gelindiğinde 100’den fazla yerleşim inşa edilmişti. Doğu Kudüs’teki Filistinli mahalleler kuşatıldı. Yerleşimler, sadece konutlar değil; yollar, su altyapısı ve askeri kontrol noktalarıyla entegre bir rejim haline getirildi.

Oslo Süreci: Kırılgan Bir Umut

1993’te Washington’da imzalanan Oslo Anlaşmaları, tarihte ilk kez İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) resmen karşı karşıya getirdi. Anlaşmaya göre:

  • Filistin Özerk Yönetimi kurulacaktı,
  • İsrail ordusu kademeli olarak çekilecekti,
  • Kudüs, göçmenler ve sınırlar nihai statü görüşmelerine bırakılacaktı.

Ancak bu süreç hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmadı. İsrail yerleşimlere devam etti, Filistin yönetimi halk nezdinde meşruiyetini kaybetti, Hamas yükseldi, İsrail’de sağcı koalisyonlar Oslo’ya sadık kalmadı. 2000’de Camp David görüşmeleri çöktü; ardından İkinci İntifada patlak verdi.

İki Devletli Çözüm Neden Tıkandı?

Uzun yıllar boyunca uluslararası toplumun en çok savunduğu seçenek olan iki devletli çözüm, bugün neredeyse fiilen tıkanmış durumda:

  • Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te toplam 700 bini aşkın Yahudi yerleşimci,
  • Doğu Kudüs’ün fiilen İsrail kontrolünde oluşu,
  • Filistin topraklarının coğrafi olarak parçalanması,
  • Gazze ve Batı Şeria arasında siyasi birlik eksikliği.

Bu yapıyla egemen, sürekliliği olan, sınırları tanımlanmış bir Filistin devleti kurmak giderek olanaksız hâle geldi.

Oslo’nun Çöküşü: Neden Kalıcı Olamadı?

  • Asimetrik güç dengesi: İsrail kurumsal yönüyle tam teşekküllü bir devletken, Filistin tarafı kurumsal olarak kırılgandı.
  • Yapısal güvensizlik: Taraflar verilen sözlerin tutulmadığını düşündü.
  • Kudüs ve göçmenler: Temel sorunlara dokunulmadı.
  • ABD’nin rolü: Zamanla tarafsız arabuluculuktan uzaklştı.

Bugün: İki Devlet Hayal mi, Yeni Gerçeklik mi?

2020’lerde İsrail yönetimi, yerleşimleri “tartışmalı” olmaktan çıkarıp “normal”leştirme yönünde ilerledi. Uluslararası toplumda iki devletli çözüm hâlâ retorik olarak desteklense de, sahada tek devletli ve ayrımcı bir rejim eleştirileri artıyor. Bazı insan hakları örgütlerinin raporlarında bu yapı “apartheid” olarak tanımlanıyor.

Sorunun kökeni ve çözüm

Çatışmanın derin nedeni, çok dinli ve çok etnisiteli bir coğrafyanın tek egemenlik ve tek kimlik üretmeye ayarlı ulus-devlet kalıbına zorla sığdırılmasında yatıyor.

Ulus-devlet, güvenliği ve sınırı önceleyerek toprak üzerinde homojen bir ‘halk’ olmalı varsayımına dayanıyor; bu çerçevenin dışında kalanları çoğu kez azınlık, göçmen ya da tehdit olarak kodlanıyor. Filistin-İsrail bağlamında bu mantık, nüfus ve toprak politikaları ile vatandaşlık rejimleri üzerinden ‘biz/öteki’ ayrımını kurumsallaştırmış; kutsal mekânlar ve tarih anlatıları da bu siyasetin meşruiyet araçları hâline gelmiştir. Mandater dönemden Oslo’ya uzanan çizgi, güvenlikçi dilin sivil haklar ve eşit yurttaşlık taleplerini sürekli ertelemesiyle şekillenmiştir. Kalıcı barış ise egemenlik merkezli çözüm kalıplarını, hak-odaklı eşitlik ve ortak toplumsallık ilkeleriyle aşabilmeye bağlıdır.


Sonuç: Hatırlayanlar ve Hatırlatmak Zorunda Olanlar

Kibbutzlardan yola çıkan ideolojik hareket, 1948’le birlikte devlete, 1967’yle birlikte ilhaka, 2000’lerle birlikte kalıcı işgale dönüştü. Bugün gelinen nokta, artık klasik diplomatik çözüm önerilerinin sınırlarını aşan, tarihsel ve etik bir çözüm arayışıdır.

Filistinliler için bu sadece toprak değil; hafıza, aidiyet ve varlık meselesidir. İsrailliler içinse güvenlik, kimlik ve küresel meşruiyet sorunudur.

Bu çelişkili pozisyonlar arasında hâlâ barış umudu var mı?

Belki de asıl soru şudur:
“Barış” mümkün mü, yoksa yalnızca adaletle mi birlikte anlam kazanabilir?

Son Makaleler

spot_imgspot_img

Related articles

Leave a reply

Please enter your comment!
Please enter your name here

spot_imgspot_img