‘Elgar’ın müziğini bu denli İngiliz kılan nedir?’ Geçenlerde bir makalede bu soruya rastlayınca zihnimde bir soru işareti belirdi. Hemen Elgar’ın ‘Enigma Varyasyonlar’ını açtım. Bestecinin o pastoral duyarlılığı, adeta beni alıp İngiltere’nin yeşil kırlarına götürdü; sisli bir sabahın dinginliğinde dolaşıyormuşum hissine kapıldım.
Ancak bu his uzun sürmedi. Çünkü ardından, belleğimin en derin köşelerinden bir ses yükselmeye başladı: Şakiro’nun ‘Lawiko’su. Müziği açtığımda ise olan oldu. Elgar’ın o dingin kırları, yerini Ağrı Dağı’nın görkemli ve sert silüetine bıraktı. O pastoral huzur, içli ve sarsıcı bir eve dönüş duygusuna dönüştü. Aynı kulaklarım, aynı beyinim, ama bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir aidiyetin tam ortasındaydım.
Peki, beni o an oraya çivileyen, bu şarkıyı ‘benim’ kılan neydi? Sadece melodisinin güzelliği mi, sözlerinin anlamı mı? Yoksa ben, farkında olmadan Kürtçenin ritmini, içli ezgilerini ve kederini içmiş bir beyin olarak, onunla aynı frekansta titreşiyor olmam mı?
Ana dilimiz işitsel algımızı nasıl şekillendiriyor?
Bu sorunun peşine düştüğümde, işitsel algıyla ilgili ilginç bir bilimsel çalışmaya denk geldim. John R. Iversen ve arkadaşlarının The Journal of the Acoustical Society of America (JASA)1‘da yayınlanan çığır açıcı çalışması, ana dilimizin ritmik yapısının işitsel algımızı nasıl temelden şekillendirdiğini gösteriyordu. Deneyde İngilizce ve Japonca konuşanlara tik-tak sesleri dinletilmiş ve aynı ‘tik-tak’ sesini bile farklı duymuşlardı: İngilizler ritmi ‘tik-TAK’ (kısa-uzun) olarak algılarken, Japonlar ‘TIK-tak’(uzun-kısa) olarak algılıyordu. Sebep, her iki dilin de konuşma ritimlerinin birbirinden radikal biçimde farklı oluşuydu.
Bunu okuduğum anda karmaşık bir meselenin ilk prensiplerinden birini anlamış oldum. Demek ki Şakiro’nun sesiyle içimi kaplayan o tarifsiz “eve dönüş” hissi, Kürtçenin -ben farkında olmadan- beynime işlemiş olan ritmi olabilir miydi?
Peki bu dilsel ritim, günlük konuşmadan müziğe nasıl geçer? İşte bu noktada, Kürt kültürünün kadim dengbêjlik geleneğinin devreye girmesi gerektiğini düşündüm. Aslında bir dengbêjin yaptığı şey, günlük Kürtçe konuşmasının doğal ezgisini alıp, onu melodik hatlarla yoğunlaştırarak bir sanat formuna dönüştürmektir.
Günlük hayatta hissettiğimiz acıyı, sevinci veya özlemi ifade ederken sesimiz zaten bir şarkıdaki gibi inişli çıkışlıdır. Dengbêjler, bu doğal iniş-çıkışları abartır, onları daha belirgin hale getirir. Özellikle acı veya coşku anlarında patlak veren qîrîn denen o keskin ve yüksek perde sıçramaları, artık sadece bir ünlem değil, başlı başına bir anlatım aracı olur.
İşte sihir burada yatar: Şarkıdaki müzikal ritim ile dilin doğal konuşma ritmi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu yüzden sözler anlaşılır kalır ve duygu, doğrudan dinleyiciye nüfuz eder. Dinleyici için bu, yabancı bir melodi dinlemek değil, içine doğduğu dilin ritminin yükseltilmiş, sanatsal bir yankısını duymaktır. Bu içgüdüsel “tanıma” ve “ait hissetme” duygusunun ardında da, Iversen’in çalışmasının gösterdiği gibi, ana dilin beyinde yarattığı nörolojik kodlar yatar.
Ancak, bu deruni ve neredeyse biyolojik bağ, bizi bir yanılgıya sürüklememelidir.
Çünkü bu “müzikal DNA” hiçbir zaman steril bir laboratuvar ortamında izole edilmiş, saf bir genetik kod değildir. Tam tersine, tıpkı canlı bir organizma gibi, doğduğu andan itibaren çevresiyle, yani diğer kültürlerle sürekli bir temas ve diyalog halinde var olagelmiştir. İşte bu noktada, müziğin bizi “eve” getiren o içgüdüsel gücü ile onun tarihsel yolculuğundaki melez ve diyalojik doğası arasındaki çelişkisiz birlik ortaya çıkar.
Ünlü antropolog Claude Lévi-Strauss2‘un işaret ettiği gibi, kültürler birbirleriyle iki temel yolla etkileşir: “exogami”(dışarıdan evlilikler yoluyla) ve “sözcük alışverişi” (dil ve kültür aktarımı yoluyla). İşte bu iki mekanizma, Kürt müziğinin tarihsel serüvenini anlamamız için de bir çerçeve sunar.
Kürt müziği de yüzyıllardır tam da bu ikili etkileşim içinde, onunla beslenerek ve onu zenginleştirerek var oldu. Mezopotamya’nın kadim hafızasında Fars’ın ud’unun telinden, Arap makamlarının inceliğinden, Türk sazlarının ritminden ve Ermeni ağıtlarının kederinden izler taşır. Bu bir zayıflık ya da saflığını yitirmek değil, kültürel bir aktarımdır; sınırları aşan, melezlenerek güçlenen bir buluşmadır.3
Dolayısıyla, Kürt müziğini tarihsel diyaloğundan koparıp, katı bir “ulusal öz” kalıbına sokmaya çalışmak, onu donmuş bir müze envanterine dönüştürmekten farksızdır. Bu, özcülüğün en büyük tuzağıdır. Gerçek güç, bu kadim ve zengin diyaloğu kucaklayıp, onun üzerine yeni şeyler inşa edebilmektir. Kürt müziği, ne sadece geçmişin bir yansıması ne de dış etkilerden arınmış saf bir özdür. Yaşayan, nefes alan, evrilen ve en önemlisi, özgür olmak zorunda olan dinamik bir ifade biçimidir.
Son Söz Yerine
Evet, Kürtçenin o ‘içli’ ve ‘kederli’ hali, belki de dilin kendisinden ziyade, onu kuşatan dağların sertliğinden, tarihin yüklediği ortak hafızadan ve nesiller boyu aktarılan bir duygu birikiminden beslenmiştir. Bu, dilin sadece özünde değil, tarihle kurduğu diyalogda şekillenmiş bir tınıdır. Iversen’in çalışması bize evrensel bir pencere açar: Dil, algımızın mimarıdır. Elbette, bu bulguları Kürtçeye doğrudan uygulamak için daha fazla özelleşmiş araştırmaya ihtiyaç vardır, ancak bu, dil ile müzik arasındaki o güçlü bağın varlığını reddetmeyi değil, daha derinlemesine araştırmayı gerektirir.
Dengbêjlik geleneğindeki o qîrîn ise, salt müzikal bir sıçrama değil, aynı zamanda sessizleştirilmiş bir halkın, sesini yükseltme çabasının sanatsal bir ifadesidir. Bu, sadece bir melankoli patlaması değil, bir direniş biçimidir; acının ve hafızanın nesiller boyu taşınmasının bir aracıdır.
Mezopotamya’daki kültürel aktarımdan bahsederken, bu etkileşimin her zaman eşit şartlarda gerçekleşmediğini kabul etmek gerekir. Bu diyalog, bazen zorunlu göçlerin, asimilasyon politikalarının ve yasakların gölgesinde ilerlemiştir. Kürt müziği, bu güç ilişkileri ağı içinde hem komşu kültürlerle etkileşmiş hem de kendi varlığını koruma ve sürdürme mücadelesi vermiştir. İşte bu ikili durum, onu hem diyalog içinde olan hem de dirençli kılar.
Son tahlilde, “ulusal bir müzik” arayışı, kaçınılmaz olarak Wagner örneğinde olduğu gibi, siyasi ideolojiler tarafından araçsallaştırılma riski taşır. Özcülük tuzağı, müziği donmuş bir ideolojik simgeye dönüştürerek onun özgür ruhunu gölgeleyebilir.
Ancak, Kürt müziği için bu arayış aynı zamanda meşru ve varoluşsal bir ihtiyaçtır; tanınma, kendini ifade etme ve kültürel varlığını teyit etme mücadelesinin bir parçasıdır. Asıl mesele, bu arayışı, diyaloğu ve direnci dışlayan katı bir ‘saflık’ ideolojisine dönüştürmemektir.
Kürt müziği, beynimize kazınmış o müzikal DNA’nın, kadim kültürel diyaloğun ve bitmek bilmeyen bir varoluş mücadelesinin aynı anda yankılandığı bir nehir yatağıdır. Onu anlamak, bu üç katmanı da bir arada dinleyebilmektir. Bu nehir, geçmişin tüm tortularını ve geleceğin tüm olasılıklarını taşıyarak akmaya devam ediyor. Onu sınırlarla çevirmek yerine, özgürce akışını izlemek ve sesine kulak vermeliyiz belki de…
Kaynaklar
- Patel, Aniruddh & Iversen, John & Ohgushi, Kengo. (2006). Nonlinguistic rhythm perception depends on culture and reflects the rhythms of speech: Evidence from English and Japanese. The Journal of the Acoustical Society of America. 120. 3167. 10.1121/1.4787902. ↩︎
- Strauss, C. L. (2012). Yapısal antropoloji. Ankara: İmge Yayınları. ↩︎
- Ülger, E. H., & Ülger, N. (2022). Ses – Müzik – Felsefe. Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi, 7(1), 79-92. ↩︎






